Celil Mommedgulizade
POSTA KUTUSU
DANBAŞ KOYUNUN ÖYKÜSÜ
RUS KIZI
sâbir-türkce
Monday, January 10, 2005
CELİL MEMMEDGULUZADE ÜZERİNE
CELİL MEMMEDGULUZADE ÜZERİNE
10 Şubat 1866 tarihinde Azerbaycan'ın Nahçivan ilinde doğdu, 4 Ocak 1932 tarihinde Bakü'de öldü.
Çarlık Rusyası Azerbaycanında ünlenen ve ardı sıra Sovyetler döneminde ününü pekiştiren yazar Celil Memmedguluzade, Ortaçağ feodal döneminden kalma toplumsal ilişkilerin, derin bilisizliğin gelişmesini sağlayan şeriatın çürük inanç ve gereklerinin halk yaşamındaki etkilerini, yapıtlarında su üstüne çıkardı. Selefi Mirza Fethali Ahundof'un izinde.
İlginçtir, yazar yapıtlarında dönemin egemen dili Farsça Arapça karışımı Osmanlıca'yı iterek halkın konuştuğu Azeri Türkçe yazmakta diretti.
Celil Memmedguluzade 1887 yılında Gürcistan'da Gori Öğretmen Okulu'nu bitirdi. On yıl Erivan ili köylerinde öğretmenlik yaptı. 1904 yılından sonra Tiflis'te yayınlanan "Şark-i Rus" gazetesinde yazdı. Gazete 1906 yılında kapatılınca "Molla Nasreddin" adlı yergisel bir dergi çıkarmaya başladı. Yirmi beş yıl bu dergiyi başarıyla yönetti. Dergi demokratik düşünceli, özgürlükçü, ilerici, hümanist bir çevre yarattı. Birçok ünlü yazar bu arada M. E. Sabir, N. Nerimanov, E. Hakverdiyev, Ö. F. Numanzade, E. Nezmi bu çevrenin önemli yazarlarıdır.
Bilindiği gibi, derginin yayını sık sık Çar yönetimince durdurulmuşsa da etkisi eksiltilememiş.
28 Mayıs 1918'de kurulan Azerbaycan Cumhuriyeti'ni sevinçle karşılayan yazar, ardından gelen Sovyet işgalini pek sindiremediğinden 1920 yılının haziranında ailesiyle birlikte yurdunu bırakarak Tebriz'e gitti ve dergisini (8 sayı) orada yayınladı. 1922'de devlet çağrısıyla ülkesine dönen yazar 40 yıllık yaratıcılık yaşamı süresince Azerbaycan edebiyatının gelişmesinde önemi yadsınmaz bir yer edindi.
Yazarın ülkesinde birçok kez sahnelenen (sonradan da perdeye aktarılan) oyunları, çok basılan makale, anı ve öykü kitapları var. Adı kimi kent, ilçe ve köylere verildi ve buralarda yontuları dikildi. Doğumunun 100 yıllığı ülkesinde gönül borcuyla kutlandı.
Türkiye'de tanınmayan ya da az tanınan yazardan bu kitapta beş değişik örnek öykü sunmaktayım. Türkçe'ye çevirmeden, özgün haliyle yayınlanması belki çok daha ilginç olurdu, ama okurca anlaşılır mıydı? Kuşkuluyum. Çevirmeden rasgele birkaç örnek vereyim.
"Segfin ortalığından bir hamal verilib ki, tirlere tekye olup onları möhkem sahlasın. Hammalı alttan iki sutun sahlayır. Her sutunun altına bir yeke sal goyulup ki sutunları hemçinin möhkem sahlasın."
"Pristavın heyetine, adam elinden girmek mümkün deyildi ve katta, yasoul, ğlava mirzelerinden savayı heyete girmek heç kese izin verilmirdi."
"Yene gatlet bıçaglarının taggıltısı, adamların tappıltısı, atların kişnemesi, cüce toyugların ve ğlavaların bağırtısı ve tulaların hafıltısı garıştı birbirine."
Aslında anlaşılmayacak gibi değil ama ben daha kolay okunsun diye Türkçeleştirdim. Ve yazarı bir de kendi dilinden öğrenelim diye, ölümünün birinci yıldönümünde Bakü'de yayınlanan "Hücum" dergisinde çıkan kısa özyaşamöyküsünü de Türkçeye çevirdim.
Dr. İldeniz Kurtulan
Kadıköy / İstanbul
Ocak 2000
ÖZYAŞAMÖYKÜM
Nahçivan ilinde doğdum. Aras Irmağı'ndan beş altı, Culfa İlçesi'nden kırk verst (1) ırak. Özellikle Aras ve Culfa'dan söz ediyorum. Bilindiği gibi Aras Irmağı İran sınırı, Culfa İlçesi de sınır kapısıdır. İkisine de yakın olduğuma sevinip övünüyorum. İki nedeni var. Biri, İran Azerbaycanı babamın ülkesi, ikincisi oranın halkının dindarlığıyla dünyada ad kazanmış olmasındandır. Bununla da her zaman övünürüm. Yani böylesi kutsal bir ülkenin komşuluğunda doğduğuma sürekli şükürler etmekteyim.
Ne zaman doğduğumu sorarsanız, yanıtlayamam. Çünkü bu konuda hiçbir belge ve yazı yok. Vardı da ben yitirdim? Değil, hayır, doğduğumu kimseler bir yerlere düşmemiş. Hem o zamanlarda ne doğum belgesi varmış ve ne de doğumu bir yerlere yazma alışkanlığı. Benim ana ve babam da uymuşlar bu alışkanlığa.
Bundan altmış yıl önce birisine, neden çocuğunun doğum gününü bir yere düşmüyorsun diye sorulsaydı, şaşırırdı sanırım. Çünkü gereksiz bir soru olurdu bu. Ancak oturup düşününce bir takım ipuçları bulabiliyorum.
Örneğin şimdi Hicri takvimin 1344 ve Miladi takvimin 1926 yılındayız. Ve benim yaşım elli altı ya da elli yedi, bilemedin elli sekiz olmalı. Neden derseniz, Rus - Osmanlı Savaşı'nı anımsadığımdan derim. Arkadaşlarla Nahçivan'da Kale Mahallesi'nde yüksek bir yerde duruyorduk. Akşamdı, güneş yeni batmıştı... Bulutlar kızıla boyanmış sanki... O taraflarda büyükçe bir barut deposu yangını varmış gibi geldi bize... Arkadaşlarım Kars'taki yangınların alevlerinin kızılıdır bulutlara yansıyan demişlerdi, ben de inanmıştım. Orada Rus - Osmanlı Savaşları bir gerçekti, 1878 ve 1879 yılları. Biz de sekiz dokuz yaşlarındaydık ve coğrafya bilgimiz o kadardı işte.
Bir başka anım var, yaşımı saptamak için:
1881 yılında Çar Aleksandr'ı Petersburg'da devrimcilerin öldürdüklerini anımsıyorum. On bir, on iki yaşlarındaydım. Nahçivan'da kent okulunda ikinci sınıfta okuyordum. Okul tatil edildi, dükkânlar kapatıldı. Halkı camide topladılar, zorunlu yas tutuldu. Mollalardan biri mimberde öldürülen Çar'ın erdemlerini sıraladı durdu. Sonunda hüngür hüngür ağlamaz mı? Halkı da ağlattı. Sonra ağıtlar yakıldı ve şehit çarın faciası, Kerbela faciasını geçti, camide velvele koptu.
Evet, doğduğum yer Nahçivan kentidir. Ve Tanrı tanığımdır ki, eğer cennet, cehennem, mizan, terazi haksa, eğer Tanrı'nın koyduğu ve peygamberinin gösterdiği yolda yürüyenler ahrette ödüllendirileceklerse, öyleyse öldükten sonra benim yerim cennetin en seçkin köşesi olmalı. Çünkü Nahçivan kentinde geçen çocukluğumda on dört, on beş yaşıma dek çok ağır koşullarda tuttuğum orucun ve yine çok ağır koşullarda kıldığım namazın sevabı bana da yeter, yedi sülaleme de.
Şimdilerde her şey çok değişti. Çağımız her şeyi alt üst etti... Eğer şimdiki Nahçivan'ı (2) elli yıl öncekiyle yan yana koyarak birbiriyle karşılaştırırsak hiç benzeşmediklerine tanık oluruz. O zamanlar küçük bir okul öğrencisiyken, her yerde; evde, sokakta, okulda, çarşı ve dükkânlarda yalnızca mescitten, minberden, namazdan, oruçtan ve yastan ve de vaaz ve mersiyeden söz ederdik. Sabahtan akşama dek gördüğüm erkek ve kadınların tümünün uğraşısı, sabahtan akşama dek, sırf namaz kılmak, oruç tutmak, yine namaz yine oruç, cami, kurban kesmek, imam (3) için yas ve ağlaşma ve görkemli muharrem ayı yası, kefen ve aksesuarı üzerineydi.
Yedi sekiz yaşlarımda mollaya gittiğimi, Çereke (4) Kuran okuduğumu anımsıyorum. O dönemde ünlü "müderris" Hacı Bağır ve Molla Ali'nin medreselerinde okudum. Hacı Molla Bağır'ın falaka sopasının acısını hâlâ tabanlarımda duyumsarım. Bu mollaların, bit ve sirke dolu hasırlı mekteplerinde üç dört yıl avarelikten sonra babam beni kent okuluna yazdırdı. Üç yıl da orada okudum, Rusça ve Müslümanca. (5) Ama doğrusunu söylemek gerekirse mollaların bitli sirkeli medresesinden çıktıktan sonra doğru dürüst Müslümanca dersi görmedim. Çünkü bilindiği gibi o dönemde, devlet okulları müfredatında, laf olsun diye haftada birkaç saat Türkçe dersi verilir, öteki dersler Rusça geçerdi. Ayrıca, ister kent okulunda, ister sonra eğitimimi tamamladığım Gori Öğretmen Okulu'nda Türk dili öğretmenlerimiz yalnızca her ayın yirmisinde aylıklarını almak şevkiyle derse girerlerdi. Aslında okul yönetiminin de bu öğretmenlerin fazla yorulmalarına gönülleri varmazdı.
Gori Öğretmen Okulu Türkçe Bölümü'nün açılması benim bu okula başlama yaşıma denk düştü. O zaman 1883 yılındaydık, babam beni Nahçivan Kent Okulu'ndan alıp oraya gönderdi. Beş yıl okudum, bitirince İrevan İli'nin Uluhanlı Okulu'na öğretmen olarak atandım.
Geçelim bunları, nerelerde öğretmenlik yaptığım önemli değil, Danabaş Köyü başka... Aslında önemli olanları kaydetmek isterim tabii. Bu da Öğretmen Okulunda geçen süreyle ilgili.
Evet, çocukluğum kutsal Nahçivan kentinde geçti, söylediğim gibi. Çevre, her taraf Allah, Peygamber. Sağ tarafta cami, solda minber, ortalıkta molla ve dervişler. Böylesi kutsal bir ortamdan çıkıp düştüm Gürcülerin Gori kentine ve Öğretmen Okulu'nda eğitim öğretim görevlisi yabancı öğretmenlerin içine. Ancak dindarlık bakımından burasıyla ülkem arasında bir ayrım görmedim. Gori kentinde bulunan kiliselerin sayısı, Nahçivan'daki camilerden daha az değildi. Okulun Hıristiyan bölümünde bile bir kilise vardı. Bizim Türk bölümündeyse mescit yoktu. Ama İlahiyat Bilimi derslerinin öğretmenleri, birer vaiz olarak Muhammed'in dininde ayak dirememiz için hiçbir şeyi esirgemiyorlardı. Ahretimizi güvenceye almakta kusur işlememeleri bizi hoşnut ediyordu. Okul 1885 yılında ya da 1886 yılında, Muharrem törenleri için bile Tiflis'ten bir mersiyehan getirtti, bize Kerbela mersiyesi okusun, biz de ağlayalım diye.
Mersiyehan molla on gün içinde, her akşam on rafadan yumurta yedi sesi açılsın diye... Çok iyi anımsıyorum, on günde yüz yumurta yedi, yine sesi açılmadı, mersiye okuyamadı. Ve okuyamadan ücretini alıp gitti.
Gençtim, o zaman pek ayrımında değildim. Ancak şimdi, aradan kırk yıl geçtikten sonra anlıyorum Gori Öğretmen Okulu'nun kuruluş amacını. Orada Türk gençlerine Rus kültürü aşılarken İslam dini eğitimi savsaklanmıyordu, çünkü yalnızca bu koşulla gençler gidecekleri köy ve ilçelerde tutunabilecek ve öğretmenlik yapabileceklerdi, dini bütün öğretmenler olarak Rus kültürünü yayabileceklerdi.
Okulda biz Türklerin Rusça konuşmasına özellikle telaffuzuna aşırı dikkat edilmekle birlikte, din bilgisi eğitimimize de aşırı özen gösteriliyordu. Örneğin Tanrı'nın varlığı "delili akli" ve "delili nakli" konusu uzun uzun rivayetlerle okutuluyordu. Vaizlik eğitimi görüyormuşcasına, tüm zamanımız "Sıfati sübutiye", "sıfati selbiye" ve "sehviyat" ezberlenmesinde geçerdi.
Rusçayı öyle konuşmalıydık ki kesinlikle Ruslardan hiçbir ayrımımız olmamalıydı. Ve bu iki dersin dışında öteki derslerimiz pek fazla önemsenmemekteydi. Örneğin müfredatta Türkçe'nin varlığıyla yokluğu fazla duyumsanamazdı. Nitekim eğitim süresi beş yılın sonunda, eğer daha önce molla eğitimi görmemiş olsaydım, adımı yazacak kadar Türkçe öğrenmiş değildim. Bu yüzden, Öğretmen Okulu'nu bitirdikten sonra Türkçe'yi öğrenmek için ben ve kimi arkadaşlarım, yaz tatilinden yararlanarak molla hücrelerinde, özel koşullarda ders almak zorunda kaldık ki, azıcık "Müslüman" kültürü edinelim.
Ne kadar Nahçivan'ın kutsal ortamı ve Öğretmen Okulu'nun sarıklı müderrisleri bizi Tanrı yolunda tutmaya çalıştılarsa, bir o kadar okulda okuduğumuz coğrafya, tarih ve fen dersleri etkilerini sürdürüyordu.
Dersin birinde dünyanın altı günde, evrenin Tanrısı tarafından yaratıldığını ve yaratıcının cuma günü dinlendiğini okurken, ötekisindeyse biyoloji öğretmeninin anlattıkları Tanrı'nın varlığını kuşku altına sokuyordu. Hem de Adem babamızın cennetiyle, Nuh'un tufanını kökünden yadsıyarak.
Öğretmen Okulu'nu bitirince Nahçivan'da kimi yetenekli arkadaşlarıma rasladım, düşündeş buldum onları. Sesime ses veren yaşıtlarım arasında en önde Eynali Sultan vardı. O dönemlerde yavaş yavaş kadınların sömürülme konusu gündeme getirilmekteydi. İlk kez kadınları savunan sözleri dostum Eynali Sultan aracılığıyla kadın özgürlüğünün savunucusu John Stuart Mill'in kitabında okudum. Kitap İngilizceden Rusçaya çevrilmişti. Kitapta okuduklarımın hepsi tabii ki belleğimde yok, ancak anımsadığım kadarıyla, yazar kadın özgürlüğü konularında başka bir Avrupalı yazarla tartışıyordu. Mill, kadınların haklarını sınırlayan tüm engellerin ortadan kaldırılmasını savunuyordu.
Bana gelince, 1890 yılında Nehram köyünde öğretmenlik yaparken toplumumuzdaki ters ve tuhaf davranışları yazıya dökmeye başladım. Danabaş Köyü öyküsünde Mehemmed Hasan amcanın eşeğinin yitiş öyküsünü orada yazdım. Burada öğrendiğime göre Danabaş Köyü'nün muhtarı, Hudayar, Mehemmed Hasan adlı yoksul bir köylünün eşeğini kente götürüp satar ve parasıyla kendine bir kadını müta aktiyle alır. (6) Oysa Mehemmed Hasan amca tüm var yoğunu satıp bu eşeği Kerbela'ya (7) gitmek için almışmış ve bir ay süresince özenle beslemiş.
Danabaş Köyü'nde öğretmenlik yaptığımda yani 1894 ve 1895 yıllarında Nahçivan'da büyük Türk Okulu açıldı. Okulun yönetimi için ünlü öğretmen ve şairimiz Meşhedi Tagi Sıdgi Avrupa'dan çağırıldı. Bu okul bir çok Türk çocuğunun okuryazar olmasını ve aydınlanmasını sağlamaktan başka, bizim gibi çiçeği burnunda öğretmen ve yazarlar için bir kültür yuvasıydı.
Her şeye karşın öğretmenlikte on yıldan fazla direnemedim ve sonunda bir gün, 1898 yılında, Nahçivan'dan İrevan'a taşındım, herhangi başka bir iş tutmak üzere. Bir süre hükümet konağında çevirmenlik yaptım, polis memuru bile oldum. Bana göre olmadığını anladım. Adliyeye geçtim, dava vekili, avukat olma hevesine kapıldım. Bu yüzden hukuk ve yasa kitaplarını ve yan yayınlarını okudum durdum. Neyse ki bu işte de dikiş tutturamadım.
Sonunda 1903 yılında, hasta karımı Tiflis'e getirdiğimde, "Şarki Rus" gazetesinin sahibi Mehemmed Ağa Şahtahti'ye sokakta rasladım, beni Anunna Lokantası'na götürdü, bana neler yazdığımı sordu. Yanımda "Posta Kutusu" öyküsü vardı. Sayın yazarımız öyküyü okurken öyle kahkahalar atıyordu ki lokantadakiler dönüp şaşkınlıkla bize bakmaya başladılar.
Eşyamı kaldığım "Kafkas" Otelinden zorla alıp faytonla kendi evine götürdü. Tiflis'te kalıp gazetesine öyküler yazmam için.
Ben de kaldım. (*)
Monday, January 03, 2005
SABER, MIRZA ALI-AKBAR TAHERZADA
SABER, MIRZA ALI-AKBAR TAHERZADA,
(b. shamakhi [Şemaxa], 30th May 1862; d. shamakhi, 12th July, 1911), famous Azerbaijani satirist and poet. He came from a middle-class religious family who seemed reluctant to provide him with a modern education. However, in his early adolescence he found a sympathetic teacher in Haaji Sayyed Azim shirvaani (1835-1888), a poet of some fame, who had started a progressive school where Arabic, Persian, Azeri, Russian and other subjects were taught. Encouraged by Sayyed Azim, Saber began translating Persian poetry and wrote poems in Azeri. His father, a grocer by trade, deemed a few years of schooling sufficient for him and wanted Saber to work in his shop but the son's strong resistance and his attempt to run away from home and join a caravan to Maæhad, forced him to relent and he allowed him to follow the literary career that he so coveted. He wrote many agazals in imitations of Persian poets, particularly Nezáaami and he found many friends among the literary circles of Shirvan. In 1885, he embarked on a tour of some of the cities of Persia and Central Asia. His travels greatly widened the horizon of his intellectual perception and later on inspired him to depict a vivid picture of the people of these lands. After his return, Saber married and settled down in Shirvan.
Saber had eight daughters and one son, and had to work hard to support his large family. For fifteen years he worked as a soap maker and humorously would remark: "I make soap to wash away the external dirt of my countrymen." He unsuccessfully tried to open a European style school. Also, on account of his criticism of the reactionary and conservative elements, he kept on receiving unsigned and threatening letters. According to some accounts these letters were sent by the journalist Hashem Beik Vezirov (1868-1916), whose nom de plume was "bir kas"(a person). Saber answered him in the journal Saada: "I am a poet, the mirror of my age/ in me everyone sees his own face/ As it happened yesterday, 'a person' looked at me /Seeing none other than himself in the mirror." (Ali-Akbar Saber, Hup-Hup-naama, Baku, 1962, p. 291.)
The first poem of Saber appeared in 1903 in sharq-e Rus (East of Russia) in Tiblisi. At the time the poet was not known outside his native city. Three years later and five months after the first issue of Mollaa Nasareddin, he began to publish in this journal. Within a few years Saber was known not only in Azerbaijan, but also in Persia, Turkey and Central Asia. He also created many bitter enemies for himself at home and abroad. Some of the conservative mullahs of Tabriz denounced Mollaa Nasareddin as heretical and called Saber an unbeliever (Arianpur, Az Sabaa taa Nimaa II, p. 48). The campaign against him became so intense that he defended his faith in a famous poem addressed to the people of Shirvan:
I am a Shiite, but not in the ways you desire
I am a Sunni, but not like the examples you like.
I am a Sufi, but not like the ones you describe.
I am a lover of truth, O people of Shirvan.
(Hup Hup-naama, p. 359)
Not being able to stay in shamaakòi, Saber left for the more cosmopolitan and progressive Baku, where he was employed as a schoolteacher in 1910. Here he wrote nearly all of his short satirical pieces called "Taziyanaler" (The Whips). Unfortunately his stay in Baku did not last long and a liver ailment curtailed his activities. Saber went back to shamaakòi for treatment while the weeklies Guneæ and Mollaa Nasareddin were publishing his poems. Mollaa Nasáreddin began a publicity drive to collect funds for his operations in Tiblisi, but the poet did not consent to the operation.
The satirical works of Saber embrace a wide variety of subjects, ranging from the defeat of the Tsarist armies by Japan to scenes of social and domestic life at home. Political satire was an important part of his work, and the butt of his satire ranged from Emperor Wilhelm of Prussia to Mohammad-Ali Shah of Persia, and from the Ottoman Sultan Abdul Hamid to corrupt petty officials and ignorant mullahs. Frequently religious hypocrisy was a subject of his criticism, with superstitious and ignorant women as well as chauvinistic men as targets of his satire.
In the art of poetic satire Saber surpasses all others in Azerbaijani literature. According to his friend Abbas Sahhat, himself a writer of some significance, Saber created a revolution in Azerbaijani literature, and the difference that he created between old and modern poetry was such that after him hardly anyone dared to go back to old ideals and style (Hup-Hup-naama, p. xii.). Apart from his originality of theme and subject, Saber's poetic language was new and well suited to the topics he chose. It was conversational, witty and lively, and in this respect it greatly differed from the formal language of his predecessors. The famous Persian writer and lexicographer Ali-Akbar Dehkòodaa, himself a great satirist, writes: "Saber was a great innovator in Azerbaijani literature. He was a child of one night who traveled the way of one hundred years, and surpassed the thoughts and the writers of his age by centuries. He was incomparable in depicting political and social problems." (Logaat-naama, under "Taherzaada," p. 101).
In the early years of the twentieth century, Russian Azerbaijan and to a lesser degree Iranian Azerbaijan, enjoyed a remarkable literary revival and particularly in satirical journalism. The period between 1905 and 1920 was the "Golden Age" of Azerbaijani satirical newspapers. Of 405 journals and newspapers published between 1832 and 1920 in Russian Azerbaijan in Azeri, Persian, Russian and a few other languages, fifteen were satirical papers in Azeri. With two exceptions, the publication of all of them was in the space of these fifteen years. Mollaa Nasáreddin (1906-1932) under the editorship of Jalil Memedqulizadah was an exceptional driving force in Azeri journalism and its influence went as far as Persia, Turkey and Central Asia. S®aaber wrote for many journals under different pseudonyms, and from the early issues of Mollaa Nasáreddin until his death he was very closely associated with this journal. This period in Saber's life coincided with the Persian Constitutional Revolution (1905-11) and his vibrant and biting political satire was recited by the Constitutionalists in the trenches of Tabriz. His influence was considerably far-reaching: Sayyed Aæraf Gilaani (q.v.) freely translated or adapted him in his journal Nasim-e shemaal (Arianpur, Az Sabaa taa Nimaa II, pp. 46-77) and the poet Mujiz of shabestar (Nazim Akundov, Azerbaycan Satira Journallari 1905-1920, Baku, 1968, p. 346) was greatly influenced by him. Some of his political satire were commented on in the journal Azerbaijan and by Dehkòodaa in Sur-e Esraafil. On the occasion of the assassination of Ataabak-e Azáam (q.v.) in August 1907 Azerbaijan published a poem addressing "Mulla Amu," boasting how one of the enemies of constitution was killed. Saber answered (Mollaa Nasareddin, October 2nd, 1907) that "don't be so self assured. I don't doubt the assassination of Ataabak. There are still thousands of other Ataabaks left on your way." (Az Sabaa taa Nimaa, ii, p. 46) Such literary disputations (monaazaras) between Azerbaijan, Sur-e Esraafil and Mollaa Nasareddin were very common. Abu'l-Qaasem Laahuti in a letter to the biographer of Saber, Mir Ahmadov on June, 17, 1954, writes "Saber's poetry is so simple, fluent, intelligent, brave and well-liked by people and so imbued with a courageous spirit that it leaves a great impression on the minds of people desiring freedom." He went on to say that not only him but most Iranian satirists of this era were indebted to him. (Az Sabaa taa Nimaa II, p. 169-170). Nimaa Yuæij believed that Saber, with his lucid and popular style, enabled common people to enjoy poetry (Arzeæ-e ehásaasaat, Tehran, 1958, p. 126).
Though Saber was closely associated with Mollaa Nasareddin, he wrote for many other journals including Hayaat, Fiuzµaat, Rahbar, Dabestaan, Olfat, Eræaad, Haqiqat, Yeni Haqiqat and Ma¿lumaat. By publishing in newspapers he was able to reach a much wider audience than earlier poets. The topics that he chose for his satire were such that appealed to a wide range of people: reforms needed to improve the lives of his countrymen, criticism of superstition, male chauvinism, corruption of the officials, despotism of the rulers and sham piety of the clerics. From the point of view of satirical technique, Saaber uses almost all the forms and techniques employed by satirists before him. He exploits a large arsenal of forms and meters in his works, from qasáida to gaazal and from matònawi to robaai and bahár-e tawil. Saber sometimes parodies a well-known poem, or, to be more precise, he takes the first bayt and tags on a pastiche of the poem. He also made a fine verse translation of some passages of Ferdowsi's shaah-naama into Azeri, including the episode of Siyaavaæ. In one poem, imitating the style of the shaah-naama in a mock-heroic form, S®aaber makes a general in M ohammad-Ali Shah's army, who has been sent to fight Sattaar Khan and the Constitutionalists in Tabriz, boast of his valor. The poem turns farcical when he is defeated by Sattaar Khan, and he tries to defend himself in a letter to the king (Hop-Hopnaama, pp. 167-71).
In summing up the achievements of Saber in the development of Azeri literature in particular and as a poet and satirist in general, one should emphasize the originality of his themes, his versatility in using a wide variety of poetic forms in his satire and in adopting conversational and remarkably witty language. In the words of the Italian scholar Alessio Bombacci: "In Saber, the anger of Juvenal, the bitter remarks of Be‚ranger, and the infinite humanity of Nekrassov are gathered in one." (Ahmet Caferoglu, "Azerbaycanın mizah şairleri: Ali-Akbar Saber" Doğumunun 100. yılı münasibbetiyle, Türk kültürü, Ankara, no. 3, p. 15).
Bibliography. Nazim Akhundov, Azerbaycan Satira Jurnalları 1905-1920, Baku, 1968. Yahyaa Arianpur, Az Sabaa taa Nimaa, 2 vols., Tehran, 1973. Ali-Akbar Dehkhodaa, Logaat-naama, under "Taaherzaada." Asad Behrangi, Saber wa moaaserin-e u, Tabriz, 1979. Mirza Ibrahimov, Azerbijanian Poetry, Moscow, 1969. M. J. Jafarov, Akhundov va Saabir, tr. into Persian by Ahmad shafaai, Tabriz, 1977. Hasan Javadi, "Ali-Akbar Sabir, The Poet Satirist of Azerbaijan," in Sabri M. Akural, ed., Turkic Culture Continuity and Change, Bloomington, 1987.Idem, Satire in Persian Literature, Rutherford, 1988.Jafar Khandan, Sabir, Azerbaycan Elmler Akademisi, Baku, 1943. Idem, "Böyük Realist ve Axlaqi Satir yazan Sabir," Azerbaijan 6, Baku, 1952. Idem, "Sabir ve social realism xxinci Azerbycan edebiyatında," İnce Sen'et 27, Baku, 1956. Mohammad Payfun, Naşriye-e Mollaa Nasreddin payk-e enqelab, Tehran, 1979. Ali-Akbar Sabir, Hop Hop-nama, ed. Abbas Zamanov, Baku, 1962. Rahim Sadriniya, Hop Hop zabaani baraa-ye enqelaab, Tehran, 1978. Ahmad shafaai, Hop Hop Nama, Baku, 1965 (a fine translation of Hop Hop-nama into Persian). Abbas Zamanov, "Azadlıq ve demokrasiya şairi,"(on 45th anniversary of Sabir's death), Işçi 172, Baku, 1956.
(HASAN JAVADI)
13 November 2003